12 Nisan 2011 Salı

İki Escobar & İmkansızın Şarkısı

İki Escobar 



     
      1994 dünya kupası’nda sürpriz bir yükseliş grafiği çizen Kolombiya’nın defans oyuncusu Andres Escobar “evet kendi kaleme gol attım ama bu dünyanın sonu değil, hayat benim için devam ediyor.”
     Hergün birileri yeni bir insan getiriyor dünyaya, yaşayabilmesi için. Ebeveyn olmak yüksek bir hassasiyet getirse de, ilk günlerde daha da duygu yoğunluğu yaşanır. Dünya Kupasında kendi kalesine gol attıktan sonra ülkesine dönünce öldürülen bir futbolcuyla ilgili haberi radyodan duyunca “ne alaka” diyerek hayret ettiğimi ve manasız bulduğumu anımsıyorum, bu yeni anne olmaktan kaynaklamadığını da bu belgeseli izleyerek gördüm.
     Demek ki, detaylı bakmak gerekiyormuş büyük resme. Zihnimizde ikinci bir imajla kalamayan Kolombiya için çok da bişey değişemedi. Kendisini futbola yönelterek, yaşamakta olduğu ortamın dışına çıkmaya çalışan birisinin belki de en istemediği, şeytanın bile aklına gelmeyecek şeyi dünyanın gözü önünde yaşamak durumunda kalan Andres, yerde yüzünü kapatır kahrından. Kendisi için olmasa da, hayat devam edecektir.



   Yönetmen Micheal Zimbalist, aralarında isim benzerliğiyle birlikte favori olduğu yıl kupadan böylesi talihsiz bir golle ayrılan Kolombiya üzerine etraflı bir çalışma yapılmış. Andeas Escobar’ın ailesi, takımdaki arkadaşları ve diğer tanıklarla aradan geçen onca zaman içinde belki de ilk kez böylesi bir çalışma için kamera karşısına geçmişler. 27 yaşındayken ve üstelik oldukça başarılı bir futbol çıkışı yakalamış bir oyuncunun talihsizliği aynı zamanda ismi pek duyulmayan bir ülkenin de bu alandaki çıkışının da sonu olmuştur. 80’li yılların sonunda dünyanın sayılı para sahipleri arasında yer alan Pablo Escobar’ın portresinin de futbolla olan girift ilişkisinin de yer aldığı bu belgesel çalışması, bir insanı hayatta tutma gayretimle duyunca “anlamlandıramadığım” bir soruyu da etraflıca yanıtladı.  Belki, başka cevaplarda vardı ama kendisinin de söylediği gibi, montaj masasında kalmış (!?)
   Unutmadan, salona gelip yerime oturmaya çalışırken, olur ya iki taraftan herkes son hazırlıklarını yapar, yerleşilir filan... Az önce de ayağa kalktığını göz kenarından gördüğün genç hanım, yandaki delikanlıya dönüp “şimdiden kusuruma bakmayın; uyuyunca horluyorum, fena halde..." deyince, bakındım yapacak pek bir şey yok çünkü dolu bir salon. Nereye gider de kimi yerinden kaldırırsın? Derin bir nefes aldım. Yalnız bu arada kızımız bir kaç kez daha ayağa kalkıp yeniden yerine yerleşmeye çalıştı; tahmin etmem sanırım mümkün değil kaç kilogram olduğunu, kendime dert ettiğim fazla kiloma bakıp kendime güldüm. Neyse ki, temposu yüksek bir belgesel çalışması olduğundan uyumaya fırsat olamadı. Şans. Sokaklarda ne çok obez genç görür oldum, zor yürüyorlar, daha da zorlayıcı olanı herhangi bir sinema koltuğuna rahat rahat oturup film izlemek... 



     
       İMKANSIZIN ŞARKISI
    Benim gibi, daha önce bu ismi hiç duymamış olabilirsiniz. Edebiyat dünyasınından pek çok önemli eseri okudum, ancak Japon edebiyatından birisini duyar gibi olduysam da, ne ismi kaldı aklımda... Uzakdoğudan insanları birbirinden ayırd edebilme yetim pek gelişmiş değil, üstelik mutlaka aralarındaki ince farkları gözden kaçırmamaya çalışsamda... Neyse, bu bilgisizlikle oturdum yerime. Film başlamadan küçük bir konuşma yapan yönetmen, ilk defa geldiği İstanbul’dan çok etkilenmiş az daha seansı kaçıracakmış. Film sonundaki aydınlatıcı sohbetten mahrum olmaya değişemezdim doğrusu bu şehrin büyüsünü. Aslında, nelerin ona ilginç geldiğini öğrenmeyi isterdim.
     Uzakdoğunun kültürüne alışık olmayanların hayli zorlanabileceği bir anlatıma sahip film, kitap uyarlaması. Yönetmen, eseri senaryolaştırdıktan sonra anlatımın önüne geçmeyecek müziği Radiohead’in gitaristi Jonny Greenwood’a teslim etmiş. Bir Japon filminde kulağınıza İngilizce şarkılar tuhaf gelse de, neyse ki eserin de içinde Beatles’a açıkça vurgu yapılıyormuş.
     Bildik vizyon filmlerinin temposundan ve hemen de bir sonuca varılacak telaşından uzak süren film 1968 yıllarında Tokyo’da üniversite çevresinde başlar.
Birbirinden ayrılmayan iki erkek ve kız arkadaşla açılan sahne, kızın sevgilisi olan erkeğin hayattan ayrılmayı seçmesiyle bu mutlu arkadaşlık yara alır. Bunun acısını bir türlü saramayan, kaybetmiş olmaktan dolayı dışında gelişen herşeye kendisini kapatan ancak karşısına çıkan yeni insanlarla ne yapacağını bilemeyen... Savrulmalar, savrulmalar... Bulup kaybetmek ya da kaybetmekten korkarak bulduğuna sarılmamak.
  İki yanımda oturan gençlerden anladığım kadarıyla, eseri okumuşlar. Hafiften, kitaptakileri arama telaşı da vardı ama sinema sonuçta edebiyattan oldukça farklı bir sanat.            Her ne kadar edebiyattan beslenmiş olsa da, sonuçta görselliği besleyen unsurlara ve senaryonun da önüne geçmeyecek hatta destekleyecek müziklere de ihtiyaç var.
     Bu arada, belirtmeden geçemeyeceğim; oyuncuların ve sahnelerin neredeyse yalın ve siyah-beyaz fotoğraf duruluğundaki vurgusunu da çok başarılı buldum. Sanki, dünyanın bir yerlerinde sesten hızlı geçen zaman, bi yerlerde hayli sükun.
     Ah, bi de unutmadan, delikanlının boynundaki atkıyı iki kızkardeş birlikte örmüş; düzgün kısmını ablası, karmaşık kısmını da küçük kız... Eh, fırsatınız olursa, bu gençlik ırmağıyla Norveç ormanlarına doğru ilerleyin.



Bugün seçtiğim iki filmi ard arda sıralayınca "İmkansızın Şarkısı Escobar" gibi durdu...  Tamamen tesadüf oysa; günler öncesinde yapılmış bir seçim sonuçta. 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder