3 Nisan 2011 Pazar

Festivalimsin...

 
Sizin hiç festivaliniz oldu mu? İsterseniz; mutlaka olur.

Benim oldu, “oldurdum” aslında. İtiraf etmeliyim; bu şehre geldiğim ilk yıllardan duydum sinemayla ilgili, sıradışı şeyler olduğunu. Ancak, önceden biletlerini almayı, işler güçler nedeniyle yapamayınca ‘biletim yok’ diyerekten gitmedim. Bu arada, gelen filmler, yönetmenler ve oyuncuları hakkında neler yazdıysa, atlamadan okudum. Aralarından çok azı vizyona girdiyse kaçırmadım.
İstiklal Caddesinden tek yönlü olarak araçların geçtiği günleri kaç kişi anımsar? ‘Yaa, öyle miydi’ diyemiyorsanız, bahsi geçen günleri de bilirsiniz.
Baharın gelişini İstanbul’da iki şey müjdeler; laleler ve film festivali... Hiç şüphesiz; başka şehirde yaşamış olsaydım; festival için herhalde uçardım buralara. Böyle yapanları duydukça, pek de olasılık dışı gelmiyor ya... Şehre sanat vurgusunu da, filmler arasından seçileni “altın lale” sunularak ödüllendirmek de, yine ayrıca bir hoşluk. En çok da, eğer izlemiş ve çok beğenmiş olduğum bir çalışma olursa hafif bir gülümseme, atlamış hatta bilerek es geçtiklerim arasından olursa eh, ilk karşılaştığımda tekrar izlemek üzere kendime not yazarım.
Sinemaseverlerin sahiplendiği bu festival 30 yılına ulaşırken ona sahip çıkmak bazen her türlü engeli aşmaya dayanır. Sanki bilmem kaç metre engelli yarış gibidir. Biletleri önceden almak bir ritüeldir ama yetmez, seansa yetişebilmek bazen nedense o anda “üstünüze üstünüze gelen insan yığınını, deyim yerindeyse ‘yararak’ geçip nefes nefese yerinizi bulmak... Daha da tarifsizi; yine 1 saate yakın seans başlamadan önce gişe önünde usulca ve sonsuz ümitle ‘fazla biletini bahşetmeye geleni gözetleyerek’ ve satışa sunulacak son kalan numarasız bileti kapıp, reklamları ayakta izlemek (!?) pahasına da olsa, bir yerlere oturabilmek, olmadı merdiven basamaklarına konuşlanmakJ Eh, kaderde var mıdır bilmiyorum ama henüz merdiven bölümünden biletim olmadı... 
Artık aramızda olmayan ancak bu filmler ülkemizde gösterilmeye devam ettikçe ismi de unutulmayacak olan Şakir Eczacıbaşı’na ve ona inanarak destek veren, emeği geçenlere de ne kadar teşekkür etsem –etsek- azdır. Vizyon filmleri ve televizyonda gösterilen onca çalışmayla yetinememeye yol açar sonuç olarak. Başından sonu tahmin edilebilenlere...
Festival bu yıl, 30. yılına gelince kendine bir başka çekidüzen vermiş; ayrı hareket etmek olmaz, ben de, gündelik olarak, izlediklerim üzerine yazmaya karar verdim. Keyifli bir açılış izledim televizyondan, ‘davet edildim de gitmedim’ demek isterdim... Öne çıkan Emek Sinemasının yeniden festivale ev sahipliği yapabilmesi dileğinin gerçekleşmesine de tanık olmak isterim.
Biletlerin satışa çıktığı ilk gün koştum İKSV’nin gişesine, sanırım bir buçuk saat kadar bekledim sıranın bana gelme için. Hadi neyse... Bu arada, etraftan fısıltılar “Torino Atı-A torinói ló, 2011” filmini gösterse de, bilet kalmadıyla sonuçlandı. Bir Ayrılık için de aynı şey... “Pes” dedim, başka da bi şey bulamadım diyecek, ilk gün ve ilk saatler... Görünen o ki, festivalin ilk günü erkenden gişenin önünde beklenecek... Üstelik açılış sırasında yönetmenin de gelmiş olduğunu gördüm ekranda; gidilecek, yolu yok. 16.00 seansı için 1 saat önce beklemeye başlamam gerektiğini bilmeme rağmen, biraz geciktim. Bir yağmur bu arada, sanki kovalar boca ediliyor gökten. Şemsiyeye rağmen ıslandım. Olsun, Atlas’ın önüne gelince dışarıya taşanların kuyruktaki ördekler olduğunu idrak etmemek ne mümkün... Bileti olan şanslılar, bir bir geçtiler (biliyorum, bu film dışında ben de, geçip gideceğim ama o seans şimdi değil...) Koskinski’nin tanımladığı “kör randevu”yla başlangıç yaptım.
Dakikalar azaldıkça, kesin bir tonlamayla bir erkek sesi yükseldi uzaktan, “sadece 30 bilet var ve oturacak yer yok, reklamlar bitince boş kalan yerlere ya da merdivenlere...” Ne gam; beklerim ancak göz ucuyla sayım yapınca, sınırda olduğumu da görmezden geldim. Yan duvarda, Kaybedenler Kulübünün afişi var, dönüp onlara sordum; vazgeçip size mi bilet alsam yoksa koşarak Beyoğlu Sinemasında ne varsa ona mı geçsem... ‘Deli misin, bizim film daha yeni başladı, sonra gelirsin, bekle’ Ayrılanlar oldu bu arada.
offff, sıra bana geldiğinde ruhum çoktaan uçup merdivenleri bile aşmıştı. Rüyalarımda uçarken bulurum kendimi, Hazerfan gibi... dağların zirvelerinden ovalara doğru...
00028 nolu bileti kaptım. Ardımda kalanların ne yaptığını bile düşünmeden, Reha Erdem’e hafiften selam verip, Yusuf Kurçenli’nin yanından geçerken bir ara salona gelen Alin Taşçıyan ve film bitiminde gördüğüm Sevin Okyay’la karşılaşınca bu seansta yer alabilmenin değeri daha da arttı. Gözümden kaçan mutlaka başka sinemacılar da vardır.
Macar yönetmen Béla Tarr’ın son çalışması üzerine kısa bir ön konuşma yaptı; alkışlar karşısında “acele etmeyin, asıl bitince, alkışlamak isteyip istemeyeceğinize karar verin” demekte pek haklıymış. Anlatım, oyunculuk, konusu açısından oldukça minimalist 146 dakikalık bu çalışmayı, aralıksız ve siyah-beyaz izleyebilmek için filozof Frederich Nietzsche’nin nasıl bir oluşumdan sonra kendi yolunu çizdiğini de merak ediyor olmak gerekir... Hiçlik üzerine oldukça karanlık bir çalışma yapan yönetmenin de vurguladığı gibi “aydınlık, hala yeryüzünde...”
Soruları yanıtlarken bir ara çevirmen Azize hanım yönetmene sadece bakakaldı; kendi diline dalıp derdini aktardığını sessiz bekleyişle fark edip gülümsedi ve yeniden İngilizce olarak yineledi... Sonradan hangi dillere dönse de dilimiz, demek boşuna “anadil” denmiyormuş gördüğümüz rüyaların saf haline.
İyi ki, gelebildim, Abidin!... 
Salonu boşaltırken yağmurla döküldük yine Beyoğlundaki cumartesi akşamında biraz neşelenmeyi gaye edinen güruhun arasına… Etrafımdan, onca dakikaya sığmış bikaç diyalog üzerine sonu gelmeyen fikirler yürütülüyordu, zaten bu mevzuu bitmez. Hani kimi filmler vardır; binlerce sözcük geçer ama çıkışta üzerinde bile konuşmak istemezsin…
Geçerken şöyle bir baktım Emek Sinemasının sokağına; hemen yanında bilmem kaç katı ruhsatsız olarak açılan ve eksikliğinden bitap düştüğünüz (!?) alışveriş noktasına inat; sessiz ve karanlıktı. Akşamüstü aralıksız radyasyon yüklü olduğuna şüphe ettiğim nisan yağmuruyla pek buruk göründü gözüme, daha uzun zaman bakamadım, zihnimde önceki, bilet kuyruğundakilerin arasında dolaşan Hikmet beyin halleri kalsın istedim.
Bu arada 16.00 seansındaki Torino Atı’ndan sonra 21.30’daki Lizbon’un Gizlerine kadar beklerken yerlere göklere konamayan bu şaheseri dolaştım. Kaç defa yolum Emek, Sinepop ve diğer Beyoğlu Sinemalarına düştü bilmiyorum ve ne kadar zamanım geçti... Ancak bu yapının yürüyen merdivenleriyle şöyle bir dolanıp katlara bakındım. Yağmurdan kaçanlar, bi şeyler bakanlar, ‘aman da aman, alt katta da yerleri varmış’ diyerek yönelenler, uzun uzun koridorlardan ve sifon sesini duyabilmek için çıkmanızı bekleyen ultra ultra hazırlanmış ihtiyaç giderme alanları... Aaaah ah, attım kendimi sulu İstiklal’e. Tramvay geçti, çocuklar kadar büyüklerinde asıldığı kapılarıylaJ Valla, onlar da gülüyorlardı etrafa.
Bazı anlar vardır, bi şey yapmaksızın sadece beklemek geçecek olan... Hani, başka zaman olsa, yanında birileri filan, neler yapılmaz da... Oysa şimdi, sadece kendinle... Çay içmeye yöneldim, hani şu bildik sokaklarda atıştırmalık susamlı yuvarlağın konaklarda ikram edildiği versiyonlu mekanaJ Çay ve sade cookie aldım, hafta içi bi festival filmi parasına... Bir an, vazgeçmeyi bile düşündüm, ‘onun yerine bi fazla film görebilirim’ diyerek şeytana uymak da geçmedi değil içimden.
Ne zamandır festivallerde yer almayan Fitaş sinema salonları da bu yıl sanırım, “festivalin Beyoğlu’nda kalabilme” özeninde etkisi olmuştur. Atlas, Beyoğlu ve Fitaş dışında salon olmayınca ister istemez, Emek, Alkazar, Yeni Rüya, Sinepop gibi salonların özlemini duymamak elde değil. 
Lizbon’un Gizleri, ilk defa yarıda bırakıp çıkmak zorunda kaldığım çalışma oldu. Yalnız Yatmak İstemiyorum gibi, hakikaten bırakıp gitmeyi istediğim ancak o kadar izleyiciyi rahatsız etmeyi göze alamayıp oturduğum çalışmalarda olmuştu önceki yıllarda. Senaristin katılımıyla ve biraz da gecikmeyle başlayan filmin bitimine gücüm yetmedi. 266 dakikalık çalışma belki, daha erken saatlerde ve derin bir nefesi ciğerlere doldurarak denenebilir. Oysa, bir papazın kolladığı, asil bir annenin oğlunun etrafında dolanan entrikalar, fırtınalarla oldukça izlenesi bir çalışma. Neyse... Henüz festival bitmedi, bir başka gösterimde yeniden deneyebilirim. Senarist, çok eğlenerek çektikleri bu filmin yönetmenin başka bir film çekimi nedeniyle gelemediğini belirtti.
Tavsiye eder miyim? 10 dakikalık arada tüymüş olsam bile gönül rahatlığı ile kaçırmayın derim.
Pazar günü için biletim de yok tasam da... Pazartesiyle birlikte tempo yine başlayacak. Neyse ki, biletlerim cebimde J İzleyeceğim filmler üzerine notlarım da ardından gelecek.
Henüz ilk günleri olan 30. İstanbul Film Festivali için hala seanslar meraklılarını yani hepinizi bekliyor. Detaylarını inceleyerek kendinize uygun bir çalışma mutlaka bulabilirsiniz, eğer hiç denemediyseniz ve bunca zamandır duyup da kulak ardı ettiyseniz bile bu yıl oldukça sürprizler var. Klasikler de bir başka olanak. Ne diyeyim; iyi seyirler...

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder